RİSALE-İ NUR, KUR'AN, HADİS, İSLAM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının bilinmesi, niçin enaniyete bağlıdır?

Aşağa gitmek

Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının bilinmesi, niçin enaniyete bağlıdır? Empty Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının bilinmesi, niçin enaniyete bağlıdır?

Mesaj  igsirli C.tesi Mayıs 16, 2009 12:37 pm

Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının bilinmesi, niçin enaniyete bağlıdır?


Suâl: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının mârifeti, enâniyete bağlıdır?
Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz dâimî bir ziyâ, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir.
İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enâniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’ eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimât yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.
Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rubûbiyetiyle, daire-i mümkinâtta Hàlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hàlıkının hakiki mâlikiyetini fehmeder ve 'Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hàlık da şu kâinatın mâlikidir' der. Ve cüzî ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî sanatçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i sanatını anlar. Meselâ, 'Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim; öyle de, şu dünya hânesini birisi yapmış ve tanzim etmiş' der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahvâl ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir.
Demek ene, ayna-misâl ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-i harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elifin iki 'yüzü' var.
Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kàbildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.
Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.
Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rubûbiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecât ve miktarlarını bildiren mîzanü’l-hararet ve mîzanü’l-hava gibi mîzanlar nevinden bir mîzandır ki, Vâcibü’l-Vücudun mutlak ve muhît ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mîzandır.
İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve izan eden ve ona göre hareket eden, -1- beşâretinde dahil olur. Emâneti bihakkın edâ eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî mâlûmât nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâ ki, ene, vazifesini şu sûretle ifâ etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder, -2- der; hakiki ubûdiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvîme çıkar. Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mânâ-i ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse, o vakit emânete hıyânet eder, -3- altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enâniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibâl tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.
Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur. Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer, -4- meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, 'Kendime mâlikim' diyen adam, 'Her şey kendine mâliktir' demeye ve îtikad etmeye mecburdur.
İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünkü, duyguları, efkârları, kâinatın envar-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idâme edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen Her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır.

-1- Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şemsi Sûresi: 9.)

-2- Mülk Onun, hamd Onun, hüküm Onundur ve Ona döndürüleceksiniz.

-3- Nefsini günaha daldıran da hüsrâna uğramıştır. (Şems Sûresi: 10.)

-4- Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür. (Lokman Sûresi: 13.)


Sözler, 495

igsirli
Admin

Mesaj Sayısı : 271
Kayıt tarihi : 10/05/09
Yaş : 38
Nerden : erzurum

http://diniislam.yetkinforum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz